DİYET

                              

           diyet          

Dar kapısından başka aydınlık girecek hiçbir yeri olmayan dükkânında

 tek başına, gece gündüz

kıvılcımlar saçarak çalışan Koca Ali, tıpkı kafese konmuş

 terbiyeli bir arslanı andırıyordu. 

      Uzun boylu, iri  pençeli, kalın pazılı, geniş omuzlu bir pehlivandı.

On yıldır bu karanlık in içinde

          ham demirden   dövdüğü  kılıç ve namluları tüm Anadolu’da, 

tüm Rumeli’de sınır boylarında 

                 büyük bir ün kazanmıştı.Hatta İstanbul’da bile yeniçeriler, satın alacakları                               
                   kamaların,  saldırmaların, yatağanların üstünde “Ali  Usta’nın    
işi” damgasını arıyorlardı.                           
        O, çeliğe çifte su vermesini biliyordu. Uzun kılıçlar değil, yaptığı kısacık                              

 bıçaklar bile iki kat olur, kırılmazdı, “Çifte su vermek” sanatının, 

yalnız ona özgü bir sırrı vardı. 

Yanına  çırak almaz, kimseyle çok konuşmaz, 

dükkânından dışarı çıkmaz, durmadan uğraşırdı.

 Bekârdı. Hısımı, akrabası yoktu. 

Kentin yabancısıydı. Kılıçtan, demirden, çelikten, ateşten 

başka söz bilmez, pazarlığa

girişmez, müşterileri ne verirse alırdı. Yalnız savaş zamanları ocağını söndürür, 

dükkânının kapısını

kilitler, kaybolur, savaştan sonra ortaya çıkardı. Kentte onunla ilgili 

birçok hikâye söylenirdi.

     Kimi “cellat     elinden kaçmış bir çelebi”,

 kimi “sevgilisi öldüğü için dünyadan 

elini eteğini vakitsiz çekmiş garip” derdi.                  

Siyah şahane gözlerinin mağrur bakışından, soylu davranışlarından,

gururlu suskunluğundan, düzgün

 sözlerinden onun öyle sıradan bir adam olmadığı belliydi… Ama kimdi?

 Nereliydi? Nereden gelmişti?

Bunları bilen yoktu. Halk onu seviyordu. 

Kentte böyle tanınmış bir ustanın bulunması

 herkes için ayrı

 bir övünç kaynağıydı.

– Bizim Ali…

– Bizim koca usta…

– Dünyada eşi yoktur…

– Zülfikâr’ın sırrı ondadır!.. derlerdi.

Koca Ali en kalın, en katı demirleri mısır yaprağı gibi incelten, 

kâğıt gibi yumuşatan sanatını kimseden

 öğrenmemiş, kendi kendine bulmuştu. Daha on iki yaşındayken,

 sert bir beylerbeyi olan babasının başı

 vurulmuş, öksüz kalmıştı. Amcası çok zengindi. 
Gösterişe düşkün bir vezirdi. Onu yanına aldı.
                            Okutmak  istedi.                                         

 Belki devlet katında yetiştirecek, büyük görevlere çıkaracaktı. 

Ama Ali’nin yaratılışında

 “başkasına  gönül borcu olmak” gibi bir sızlanmaya yer yoktu.

 “Ben kimseye eyvallah etmeyeceğim,” dedi. 

Bir gece  amcasının konağından kaçtı. 

Başıboş bir adsız gibi dağlar, tepeler, dereler aştı. 

Adını bilmediği ülkelerde  dolaştı. 

 Sonunda Erzurum’da yaşlı bir demircinin yanına girdi. 

Otuz yaşına kadar Anadolu’da                

 uğramadığı kent kalmadı. Kimseye boyun eğmedi. Gönül borcu olmadı. 

Ekmeğini taştan çıkardı.

     Alnının teriyle kazandı, içinde “kutsal ateş”ten bir 
                                         alev bulunan her yaratıcı gibi,                                             

para için değil, sanatı, sanatının zevki için çalışıyordu.               

  “Çeliğe çifte su vermek” onun aşkıydı. 

Gönüllü olarak savaşlara gittiği zamanlar

yeniçerilerin, sipahilerin, sekbanların arasında, Ali Usta, 

işinin övgüsünü duydukça tadı dille anlatılmaz

 bir mutluluk duyardı. Ölünceye kadar böyle hiç durmadan 

çalışırsa daha birkaç bin gaziye kırılmaz

 kılıçlar, kalkanlar parçalayan çelik yatağanlar, zırhlar,

 keskin ağır saldırmalar yapacaktı. Bunu

düşündükçe gülümser, tatlı tatlı yüreği çarpar, 

ruhundan kopan bir atılımla örsünün üzerinde

milyonlarca kıvılcım tutuştururdu.

– Tak!

– Tak, tak!…

– Tak, tak!

İşte bugün de sabah namazından beri durmadan on saat uğraşmıştı. 

Dövdüğü eğri namluyu örsünün

 yanındaki su fıçısına daldırdı. Ocağının sönmeye başlayan ateşine baktı.

 Çekici bırakan eliyle terini  sildi.

 Kapıya döndü. Karşıki mescitte dokunaklı dokunaklı akşam ezanı okunuyor, 

bacasının tepesindeki

 yuvada leylekler sonu gelmez bir takırdı koparıyorlardı. 

İkindi abdesti daha duruyordu. Yalnız ellerini

yıkadı. Kuruladı. Yenlerini indirdi. Saltasını omzuna attı. 

Dışarıya çıktı. Kapısını iyice çekti. 

Kilitlemeye gerek görmezdi. 

Uzun alandan mescite doğru yürüdü… Kentin kenarındaki 

bu gösterişsiz tapınağa hep

 yoksular getirdi. Minaresi sokağa bakan küçük bir pencereydi. 

Müezzin buradan başını çıkarır, ezanını okurdu.

Koca Ali mescide girince her zamankinden fazla kalabalık gördü. 

Hep üç kandil yakılırken bu akşam

 ramazan gibi bütün kandiller yanmıştı. Daha namaz safları dizilmemişti. 

Kapının yanına çöktü. 

Yanında  alçak sesle konuşanların

 sözlerine istemeye istemeye kulak kabarttı. Konya’dan iki garip dervişin

geldiğini, yatsı namazına kadar Mesnevi okuyacaklarını duydu.

Akşam namazı kılınıp, bittikten sonra mescittekilerin bir bölümü çıktı.

Koca Ali yerinden kımıldamadı. Zaten biraz başı ağrıyordu. 

“Mesnevi dinler, açılırım!” dedi. Büyük bir

gönül rahatlığı içinde, iki garip dervişin ruhu ürperten ezgileriyle kendinden geçti.

 Her âşık gibi onun

 yüreğinde de sonsuz bir kendinden geçiş, bir coşku, 

bir kaynaşma yeteneği vardı. En küçük bir nedenle

 coşardı. Anlamını çıkaramadığı bir dilin gizemli uyumu, 

durgun kanını sular altında saklı derin bir su

çevrintisi gibi kaynattı. Her yanı nedensiz bir sarsıntıyla titriyor, 

sökülmez bir hıçkırık boğazına

 düğümlenir gibi oluyordu. Yatsı namazını kıldıktan 

sonra mescitten çıkınca, doğru dükkânına giremedi.

 Yürüdü. Uykusu yoktu. Ilık, yıldızlı bir yaz gecesiydi. Samanyolu, 

sarı altın tozundan göz alabildiğine

 bir bulut gibi göğün bir yanından öbür yanına uzanıyordu.

 Yürüdü, yürüdü. Kentten mandıralara giden

yolun geçtiği tahta köprüde durdu. Kenara dayandı. 

Geniş derenin dibine yansıyan yıldızlar, ışıktan

çakıltaşları gibi parlıyor, şırıldıyordu. Kenardaki karanlık top söğütlerde bülbüller ötüyordu. 

Daldı, gitti.

Saatlerce kımıldamadı. Dinlediği ezgilerin ruhunda kalan uyumlarını işitiyor,

 tıpkı mescitteki gibi kendinden geçiyordu.

 Ansızın arkasından bir ses:

– Kimdir o?… diye bağırdı.

Daldığı tatlı düşten uyandı. Döndü. Köprünün öbür yanında iki üç karaltı ilerliyordu. Elinde olmadan

 karşılık verdi:

– Yabancı yok!

– Kimsin?

– Ali…

Gölgeler yaklaştı. Bir adım kalınca onu giyiminden tanıdılar:

– Koca Ali… Koca Ali, be!

– Sen misin, Ali Usta?

– Benim!

– Ne arıyorsun bu saatte buralarda?

– Hiç…

– Nasıl hiç? Suya çekicini mi düşürdün yoksa!…

Bunlar kent subaşısının adamları, bekçilerdi. Kol geziyorlardı. Ne diyeceğini şaşırdı. 

Geceleri afyon  yutan

bu serseriler, namuslular gözünde hırsızlardan, uğursuzlardan daha korkunçtu. 

Kendilerinden başka dışarıda bir gezeni yakaladılar mı, 

dayaktan canını çıkartırlardı. Ama, ona kötü davranmadılar. 

Bekçibaşı:

– Ali Usta, sen deli mi oldun? dedi.

– Yok.

– Böyle gece yarısına yakın değil, hatta yatsıdan sonra sokakta, 

hele böyle kentin kıyısında kimsenin

dolaşmasına ağamızın izin vermediğini bilmiyor musun?

– Biliyorum.

– Ee, ne arıyorsun buralarda?

– Hiç…

– Nasıl hiç…

Koca Ali yine ses etmedi. Bekçiler onun namuslu bir adam olduğunu biliyorlardı. 

Hırpalamadılar. 

Yalnız:

– Haydi yerine git, dolaşma… dediler.

Geldiği yollardan hızlı hızlı dönen Koca Ali, 

ruhunda demin dinlediği uyumu tekrarlıyordu. Bülbüller

keskin keskin ötüyor, uzaktan mandıraların köpekleri havlıyorlardı. 

Sokakta hiç kimseye rastgelmedi.

 Dükkânının önüne gelince durdu. Bacasının üstündeki leylek uyumamış, 

kefenli bir görüntü gibi ayakta

duruyordu. Kapısı aralıktı. Çıkarken sıkı sıkıya kapadığını hatırladı:

– Tuhaf, rüzgâr açmış olacak!… dedi.

İşine yaramazdı ki, hırsız aşırmak sıkıntısına girsin…

İçeriden kapıyı sürmeledi. Bekçilerin karışması canını sıkmıştı. 

İşte kentte yaşamak da bir türlü  tutsaklıktı.

Öte yandan da dağ başında, köyde sanatı geçmezdi. 

Birden ağır bir yorgunluk duydu. Kandilini yakmaya

üşendi. Ocağın soluna gelen alçak musandıraya el yordamıyla çıktı. 

Büyük bir ayı pöstekisinden oluşmuş yatakçığına uzandı.

Sıçrayarak uyandı. Kapısı vuruluyordu. Uyku sersemliğiyle:

– Kim o? diye haykırdı.

– Aç çabuk.

Sabah olmuştu. Kapının aralıklarında bembeyaz ışık çizgileri parlıyordu. 

O hiç böyle dalıp kalmaz,güneş  doğmadan uyanırdı. 

Doğruldu. Musandıradan atladı. Ayakkabılarını bulmadan yürüdü. 

Hızla sürmeyi  çekti.

 Birdenbire açılan kapının dükkânı dolduran aydınlığı içinde, 

palabıyıklı, yüksek kavuklu

Bekçibaşı’yı gördü. Arkasında keçe külâhlı, 

çifte hançerli genç yamakları da duruyorlardı.

 “Ne var?”  der gibi yüzlerine baktı. 

Bekçibaşı:

– Ali Usta, dükkânı arayacağız! dedi. Koca Ali şaşkınlıkla sordu:

– Niçin?…

– Bu gece Budak Bey’in mandırasında hırsızlık olmuş.

– Ee, bana ne?…

– Onun için işte dükkânı arayacağız.

– O hırsızlıktan bana ne?

– Hırsızlar çaldıkları bir kuzuyu köprünün altıda kesmişler. 

Meşin keselerin içindeki paraları alarak bir

tanesini oraya bırakmışlar.

– Bana ne?…

– O keselerden bir tanesini de bu sabah senin dükkânın önünde bulduk… Sonra… 

Şu eşiğe bak. Kan lekeleri var! 

Koca Ali, kamaşan gözleriyle kapısının temiz eşiğine bakh. 

Gerçekten el kadar bir kan lekesi sürülmüştü.

O, bu kırmızı lekeye dalgın dalgın bakarken, palabıyıklı bekçi:

– Hem bu gece, geç saatte ben seni köprünün üstünde gördüm, 

orada ne arıyordun? dedi.

Koca Ali yine verecek bir karşılık bulamadı. Önüne baktı:

– Arayın… diyerek geri çekildi. Bekçiyle yamakları dükkâna

girdiler. Örsün yanından geçen yamaklardan biri haykırdı:

– Ay! İşte, işte…

Koca Ali elinde olmadan, bekçinin baktığı yana gözlerini çevirdi. 

Yeni yüzülmüş bir deri gördü. Şaşırdı.

Yamaklar hemen deriyi yerden kaldırdılar. Açtılar. Daha ıslaktı. 

Bir ağalarının, bir de suçlunun yüzüne

bakıyorlardı. Bekçibaşı köpürerek sordu:

– Çaldığın paraları nereye sakladın?

– Ben para çalmadım.

– İnkâr etme, işte kuzunun derisi dükkânında çıktı.

– Ya kim koydu?

– Bilmiyorum.

Koca Ali öyle uzun boylu konuşmazdı. 

Subaşının karşısına çıkartıldığı zaman da, gece geç saatte

köprünün üstünde ne aradığını anlatamadı. 

Bekçilerin bulduğu bütün kanıtlar aleyhine çıkıyordu. 

        Budak Bey’in yeni sattığı beş yüz koyunun parası da mandıradan çalınmıştı. 

İki güçlü hırsız, bekçi çobanı sımsıkı bağlamışlardı.

 Sonra canını çıkarıncaya kadar dövmüşler, 

hatta işkence için bir kolunu da kırmışlardı.

Ertesi gün yargıcın önünde bu çoban, hırsızın birini Koca Ali’ye benzettiğini söyledi. 

Gece geç saate  kadar

dükkânına gelmemesi, derinin dükkânda, 

para keselerinden birinin kapısı önünde bulunması, 

Koca Ali’nin suçlanmasına yetti. 

Ne kadar inkâr etse hırsızlık suçunu silemiyordu. 

Üstelik nereden geldiği,

 nereli olduğu da belli değildi.

Sol kolunun kesilmesine karar verildi.

Koca Ali bu kararı duyunca, ömründe ilk kez sarardı. 

Dudaklarını ısırdı. Karara boyun eğmekten başka 

yolu yoktu… Sendeleyerek ayağa kalktı. Yargıca dik bir sesle:

– Kolumu bırakın, kafamı kesin! diye dilekte bulundu.

Bu, ömründe onun ilk dileğiydi. Ama yaşlı yargıç hak yemez biriydi.

– Hayır oğlum, dedi. Sen adam öldürmedin.

 Eğer çobanı öldürseydin, o zaman kafan giderdi. Ceza suça göredir.

 Sen yalnız hırsızlık ettin. Kolun kesilecek Hak böyle istiyor. 

Yasaların kestiği yer acımaz…

Koca Ali’nin kolu kafasından çok değerliydi. 

Çeliğe “çifte su”yu bu iki koluyla veriyor, bu iki eliyle

 sınırlarda dövüşen binlerce gaziye çelik kalkanları kıran,

 ağır zırhları yırtan, demir tolgaları ikiye biçen

 tüy gibi hafif kılıçlar yetiştiriyor, yok pahasına, pir aşkına çalışıyordu.

Onu, Ağa kapısında bekçilerin odası altına kapattılar. 

Cezanın uygulanacağı günü burada bekliyor, 

hiç sesini çıkarmıyor, çolak kalınca örsünün başında çekiç vuramayacağını düşünerek, 

tanrısı ölen inançlı bir kişinin yasını duyuyordu.

 Kolunun diyetini verecek on parası yoktu… 

Şimdiye kadar para için çalışmamıştı.

Bütün kent halkı, Koca Ali gibi büyük bir ustanın kolu kesileceğine acıdı. 

Bu kadar yakışıklı, mert,çalışkan, güçlü, güzel bir adamın ölünceye kadar

 sakat sürünmesine en duygusuz gönüller bile dayanamıyordu.

İşte herkes onu seviyordu.

Sipahiler onlara çok ucuza kılıç döven bu adamı kurtarmaya sözleştiler. 

Kentin en büyük zengini Hacı Mehmet’e başvurdular;

 bu adam Karun kadar mal sahibi olduğu halde son derece cimriydi.

 Hâlâ kentin pazar yerinde küçük bir dükkânda kasaplık yapıyordu. 

Düşündü, taşındı; nazlandı. Suratını ekşitti. 

Başını salladı:

 Ama sipahilerle iyi geçinmek gerekiyordu.

– Değil mi ki siz istiyorsunuz, dedi. Ben de onun kolu için diyet veririm. 

Ama bir koşulum var.

– Ne gibi? diye sordular.

– Varın kendisine söyleyin. Eğer ben ölünceye kadar bana, 

hiç para almadan hizmetçilik, çıraklık  etmeye

yanaşırsa…

– Pekâlâ, pekâlâ…

Sipahiler, Ağa kapısına koştular. Hacı Kasap’ın önerisini Koca Ali’ye söylediler. 

O, önce “kasaplık bilmediğini” ortaya sürdü.

 Kabul etmek istemiyordu. Sipahiler:

– Adam sen de! Kasaplık iş mi? O kadar savaş gördün. Kılıç salladın.

 Bağlı koyunu yere yatırıp 

kesemez misin? diye üstelediler.

 “Kula kul olmak”, ölümlü dünyada “birisine gönül borcu duymak” 

acıların en büyüğüydü.

O daha çok gençken, vezir amcasının kayırmasını bile çekememiş, 

gönül borcu altında kalmamak için

aile ocağından kaçmış, gurbet ellerine atılmıştı. 

Şimdi kör talihi, onu bak kime köle edecekti? 

Sipahiler:

– Hacı’nın yaşı yetmişi aşmış… Zaten daha ne kadar yaşar ki… 

O ölünce yine sen özgür kalır, bize kılıç

yaparsın. Haydi, düşünme usta, düşünme! diyorlardı.

Hacı Kasap, kesilecek kolun diyetini yargıca saydığı gün Hoca Ali’yi arkasına taktı.

 Dükkânına getirdi.

 Bu adam pek titiz, pek huysuz, oldukça çekilmez biriydi. 

Hiç durmadan dırdır söylenirdi. 

Cimriliğinden şimdiye kadar bir hizmetçi,

 bir çırak tutamamıştı. Koca Ali’yi eline geçirince hemen

 dükkânının köşesinde bir set yerleştirdi.

 Üstüne bir şilte koydu. Geçti, oraya oturdu. 

Her şeyi ona yaptırmaya başladı. Ama her şeyi…

 Sabah namazından beş saat önce 

kentten iki saat ötedeki mandırasından o gün satılacak

koyunları ona getirtiyor, ona kestiriyor, ona yüzdürüyor, 

ona parçalatıyor, ona sattırıyor… 

ta akşam namazına kadar durmadan buyruklar veriyordu.

 Zavallıya yedirdiği, içirdiği yalnız bulgur çorbasıydı.

Bazen kendi artıklarını köpeğe verir gibi önüne atardı.

 Geceleri dükkânı baştan aşağı yıkatıyor, uykuya

yatmadan ertesi sabah için koyun getirmek üzere mandırasına yolluyordu. 

Odununu bile ormandan ona kestiriyor, 

suyunu ona taşıtıyor, her işi, her işini ona gördürüyordu. 

Hatta evinin bahçesindeki lağım

kuyusunu bile ona temizletti.

Koca Ali sade suya bulgur çorbasıyla bu kadar sıkıntıya yıllarca göğüs gerebilecekti. 

Ama Hacı  Kasap’ın ikide bir:

– Ulan Ali!… Kolunun diyetini ben verdim. Yoksa çolak kalacaktın!… 

diye yaptığı iyiliği  tekrarlamasına  dayanamıyordu. 

Bir gün, iki, üç gün dişini sıktı. Durmadan çalıştı. 

Gece uyumadı. Gündüz koştu.

 Efendisinin karşısında elpençe divan durdu. Yine:

– Kolunun diyetini ben verdim.

– …

– Şimdi çolak kalacaktın, ha…

– …

– Benim sayemde kolun var.

– …

Hacı Kasap bu sözleri âdeta “aferin” dercesine diline dolamıştı. 

Her buyruğunun yerine getirilmesinden

sonra kır sakallı, çirkin, sıska yüzünü ekşiterek, 

mavi çukur gözleriyle onu tepeden tırnağa kadar süzer,

“Aklında tut, benim tutsağımsın!” der gibi verdiği diyeti hatırlatırdı.

 Koca Ali susar, yüreğinin

 parçalandığını, göğsüne sıcak sıcak bir şeyler yayıldığını, 

kilitlenen çenelerinin çatırdadığını, 

şakaklarının attığını duyardı. 

Geceleri uyuyamıyor, gündüzleri uğraşırken, 

mandıraya gidip gelirken, salhanede

koyunları yüzerken, müşterilere et keserken, “Ne yapacağım, ne yapacağım?” 

diye düşünüyor, hiçbir şeye karar veremiyordu.

 Dünyada kimseye eyvallah etmeyerek azla yetinip, 

gururun mutluluğu için

yaşamak isterken başına gelen bu bela neydi?

Kaçmayı namusuna yediremiyordu. İşte o zaman gerçekten hırsızlık etmiş olacaktı. 

Ama bu herifin ikide bir de 

yaptığını başa kakmasına dayanmak ölümden pek güç, 

ölümden pek acı, ölümden pek ağırdı…

Hacı Kasap’a köle olduğunun tam haftasıydı. Günlerden cumaydı. 

Yine erkenden mandıraya gitmiş,

koyunları getirmiş, salhanede yüzmüş, dükkândaki çengellere asmıştı. 

Tezgâhın solundaki büyük, yağlı

siyah taşta satırları biliyor, yine “Ne yapacağım, ne: yapacağım?” diye düşünüyor, 

dudaklarını  ısırıyordu.

Daha efendisi gelmemişti. Satırları bitirince büyük bıçakları bilemeye başladı.

“Ne yapacağım, ne yapacağım?” diye düşünmeye öyle dalmıştı ki, 

kasabın geldiğini duymadı.

 Ansızın  uğursuzun boğuk sesi yüreğini ağzına getirdi:

– Ne yapıyorsun be?…

Döndü. Efendi köşesine oturmuş, çubuğunu tüttürüyordu:

– Bıçakları biliyorum, dedi.

– Hay tembel miskin hay!… Sabahtan beri ne yaptın?

Ses çıkarmadı. Kapakları çürümüş bu küçük, bu hain, bu yılan gözlere kırpmadan baktı, baktı. 

İhtiyar beklemediği bu acı bakışa kızdı. Sordu:

– Ne bakıyorsun?

– …

Koca Ali sesini çıkarmıyor, bir hafta içinde belki beş yıllık 

hizmetini durup dinlenmeden gördüğü halde

onu yine “tembel, miskin” diye kötülemekten sıkılmayan 

bu kötü insanı ezici bir bakışla süzüyordu.

 Yine yüreği parçalanır gibi oluyor, 

göğsüne sıcak bir şeyler yayılıyor, çeneleri kilitleniyor, şakakları

zonkluyordu. Bir anda bu titreme durdu. Koca Ali gözlerini açtı. 

Bir hafta buna nasıl dayanmıştı? 

Şaşırdı.

Hacı Kasap çubuğu yanına bıraktı. 

Hizmetçisinin bu ağır bakışından kurtuluvermiş gibi dırlandı:

– Kolunun diyetini benim verdiğimi unutuyorsun galiba! dedi. 

Ben olmasaydım şimdi çolak kalacaktın…

Koca Ali yine karşılık vermedi. Acı acı gülümsedi. Kızardı. Sonra birden sarardı. 

Hızla döndü. Bilediği satırların en büyüğünü kaptı. 

 Sıvalı kolunu, yüksek kıyma kütüğünün üstüne koydu. 

Kaldırdı, ağır satırı öyle bir indirdi ki…

 O anda kopan kolunu tuttu. 

Gördüğü şeyin ürperticiliğinden gözleri dışarı fırlayan

Hacı Kasap’ın önüne:

– Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi! diye hızla fırlattı. 

Sonra giysisinin kolsuz kalan yenini sıkı bir düğüm yaptı. 

Dükkândan çıktı.

Onun bir zamanlar geldiği yer gibi, şimdi gittiği yeri de, kentte kimse öğrenemedi.


                        Ömer  Seyfettin


Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.